
Geçenlerde katıldığım bir psikanaliz etkinliğinde konuşmacılardan biri, bir süre çalıştığı yenidoğan bebek yoğun bakım ünitesindeki deneyiminden bahsetmişti. Burada bebeklerin gerekli tedaviyi görürken burunlarından midelerine direkt bağlanan hortumla besleniyorlarmış dolayısıyla hiç acıkmıyorlarmış. Böyle bir durumda bebekler acıkıp ve bir eksiklik hissedip bir memenin geleceği hayalini kurma ihtiyacı duymuyorlarmış. Açlık ve eksiklik hissinin yalnızca fizyolojik bir mesele olmadığını iyi kötü biliyoruz ama belli ki açlıkta zihinsel süreçlerimizi ve yaşamla kurduğumuz ilişkiyi şekillendiren bir şeyler de var.
Açlık, tokluk, beslenme gibi meseleleri düşünürken insanın aklı ister istemez hemen iki uca gidiyor: yeme bozuklukları, obezite… Johann Hari’nin geçtiğimiz günlerde Metis etiketiyle yayımlanan yeni kitabı Sihirli Hap bu bakımdan isabetli bir kaynak. Kitapta Ozempic isimli zayıflama ilacının keşfinden başlayarak bu yeni nesil zayıflama ilaçlarının bireyler ve toplum üzerindeki etkilerini kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Hari, Ozempic kullanma konusunda kendi deneyimine de yer vererek bu ilacın işleyiş mekanizmalarını ve sonuçlarını anlamaya yönelik bir yolculuğa çıkmış. Bu ilacın nasıl geliştirildiğinin, biyolojik olarak nasıl çalıştığının, hem olumlu hem de olumsuz etkilerinin oldukça detaylı açıklandığı; fabrikasyon gıdaların etkisinden, obezitenin sosyal ve biyolojik boyutlarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan bir yolculuk bu. Genel olarak insanlar için yemek yemenin ne anlama geldiği ve modern dünyanın beslenme alışkanlıklarımızı nasıl şekillendirdiği üzerine önemli sorular soruyor ve bu sorulara yanıtlar arıyor.
Zayıflama hapları ve çalışma sistemleri ile ilgili okurken aç olmak, doymak ve arzu etmek arasında nasıl bir ilişkinin olduğu en çok düşündüğüm konu oldu. Ozempic’in doyma hissini yaratarak çalıştığından bahsediliyor ve yan etkilerinin başlıcası coşkulu arzuları kaybetmekse o zaman aç hissetmek ve arzulamak arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Arzularımız hem somut olarak hem soyut olarak bir şeylerin açlığını çekmekten mi doğuyor acaba? Arzulamak denince akla bir şeyi çok istemek, gerçekleşmesi için çaba göstermek ve bir gün olacağını hayal ederek bunun açlığına katlanmak ve doyma anını beklemek diye tarif edebileceğimiz bir süreç geliyor. Arzularımızın temelinde, yalnızca bir nesneye ulaşmak değil, o nesneye ulaşma sürecinde yaşadığımız eksiklikle baş etme deneyimi de yatıyor. Arzuyu, eksikliğin hissedilmesi ve bu eksikliğin doldurulacağı hayalini kurma kapasitesi olarak düşünmek mümkün.
Ozempic’in bağımlılık üzerindeki etkilerinden kitapta detaylı bir şekilde bahsediliyor – bağımlılığı varken Ozempic kullanmaya başlayan birçok kişinin kolayca bağımlılıklarından vazgeçtiklerinde mesela. Aslında ne kadar da ilginç yemenin hayatımızda bir bağımlılığın dengi bir konumda olabilmesi. Dünya çapında kullanılan psikiyatrik tanı rehberinin (DSM) yeni baskısına “yeme bağımlılığı” diye adlandırılan yeni bir tür yeme davranışının eklenmesi halihazırda ihtimal dahilinde. Peki tamamen kesilmesi mümkün olmayan bir ihtiyacın bir tür psikopatoloji addedilecek düzeyde zararlı hale gelmesi meselesinin içinden nasıl çıkacağız?
Yemenin ve bağımlılıkların benzer bir işlev görerek birbirlerinin yerini alması aslında bu meselenin kişiye göre özel bir anlamı ve bunun üstüne ayrıca düşünülmesi gereken bir tarafı olduğunu gösteriyor belki. İnsanlar bağımlılık geliştirseler de obez de olsalar tüm bunların kendi iç dünyalarında cidden bir anlamı var ve yok yerden çıkmıyor belli ki. Elbette bağımlılık ve obezite gibi sorunlar oldukça karmaşık ve bedenin artık biyolojisinin de etkin bir şekilde, sürmesinde rol aldığı durumlar. Yemeye bağımlı olmak gibi bir davranışı düzenlemek yalnızca fiziksel değil, ruhsal çatışmaların da çözümlenmesini gerektirir. Üstelik yeme davranışlarının kişinin arzularını ve eksikliklerini anlamlandıran bir alan olarak görülmesi, bu karmaşık ilişkiyi çözümlemek için de önemli görünüyor.
Bir yandan da açlık hissetmek yaşamımıza bize daha yaşamın başından itibaren hayal kurmayı ve böylece düşünmeyi başlatan bir eksiklik olarak giriyor. Açlık, sadece fizyolojik bir his değil, aynı zamanda bireyin duygusal kapasitesini ve ilişkisel becerilerini şekillendiren bir deneyim. Bebeklikte, annenin yokluğu ve onun geri dönüşü arasındaki bu bekleme süreci, bireyin kendini yatıştırma ve beklenti kurma kapasitesini geliştirir. Bu eksiklik, yalnızca fiziksel bir ihtiyacı değil, aynı zamanda hayal kurmayı ve anlam yaratmayı da besler. Bir bebek dayanabileceği miktarlarda annesinden uzak kalarak ve biraz da aç kalarak annesinin geldiğini ve onu beslediğini tasarlayabilir. Kendisini yatıştırabileceğini, annesini beklerken keşfetmeye başlar. Duygu düzenleme diye sıkça kullanılan kavram bu duruma denk geliyor: açlık içinde ya da başka durumlarda kaygı içinde bekleyebilmek. Yetişkinliği düşününce ya da bir çocuk büyürken de ebeveynin çocuğuna karşı tutumunda, açlık neden hemen o anda giderilmesi gereken, zararlı bir hismiş gibi karşımıza çıkıyor? Ozempic insanların doyma hissini manipüle ederek çalışıyor ve açlık hissini ortadan kaldırıyor, böylece az yiyorsunuz ve zaman içinde zayıflıyorsunuz. Yani belki de burada düşünmemiz gereken şey de bu: Açlık niye bu kadar dayanılmaz bir his? Bebeklerin aksine hayal kuramadığımızdan mı? Anlam yaratamadığımızdan mı?
En başta anlattığım anekdota geri dönüyorum, bebekler burunlarından beslenip hiç acıkmadıklarında hayatlarında fiziksel olarak da hissedecekleri eksiklik ortadan kalkıyordu. Ama bir yandan da biliyoruz arzu etmek bu noktada başlıyor. Önce sevgi dolu kucakta karnını doyurmak hayali daha sonra hayatın ileriki dönemlerinde başka türlü şekiller alıyor. Bu noktada da sanki açlığa yer vermemek biraz da arzuların ne olduğunu anlamaya çalışmamak gibi. Bu neyin açlığı acaba? Yalnızca fiziksel bir açlığın değil, aynı zamanda duygusal ve ilişkisel anlamda hissettiğimiz eksikliklerin de hayatta bizi ne şekilde harekete geçirdiğini de düşünmek gerekli. Açlığa dair biraz fikir edinince başka sorular doğuyor: Nasıl karşılanır ve ne yapılabilir? Şimdi bunun için düşünmek, imkanları oluşturmaya çalışmak çabası ortaya çıkıyor. Tabii bir de arzuladığınız şeye erişememek ya da erişseniz bile tam istediğiniz gibi olmaması da var. Onlar başka bir yazının konusu.